İstanbul yepyeni bir fotoğraf festivaline ev sahipliği yaptı. Daha önce hiç şahit olmadığım şekilde yoğun bir uluslararası katılımın gerçekleştiği festivalin onur konuğu ise ünlü fotoğrafçı/sinemacı William Klein’dı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen çok önemli fotoğrafçılara ait sergiler Beşiktaş Meyadanı, Ortaköy Yetimhanesi ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde gösterildi. Bu sergilere ek olarak fotoğrafçılar ile yapılan söyleşiler, atölyeler, sunumlar ile dolu dolu bir festival yaşadık.
Festival süresince bir çok değişik tarzda yapılan başarılı işler gördük. Genellikle gördüğümüz projeler uç hayatlara, uç durumlara ve/veya uç tekniklere ait işlerdi. İlk bakışta aklıma gelen Ken Schles – Night Walk; Michael Ackerman – End Time City; Seiji Kurata – Flash Up; Berge Arabian – Sebastien, Dorian, Joey ve Çetesi; Murat Germen – Mutamorfoz; Gökşin Varan – Heaven’s End; Mark Peterson – Politik Tiyatro; Christopher Anderson – Capitolio bu minvalde değerlendirebileceğim işlerdendi. Hatta yaş itibari ile hiç bir zaman tanık olmadığım ve benim için tamamen farklı bir dünyayı anlatan Ozan Sağdiç – İki Şehrin Hikayesi: İstanbul ve Ankara ve William Klein – Moscow, Rome, Tokyo, New York sergilerini de bu kapsamda değerlendirebilirim. Bu işlerin tamamında estetik, anlatım dili ve içeriği bir kenara bırakırsak bilinmeyenin çekiciliği beni bu fotoğraflara bağlayan en önemli çimentolardan biriydi. Dünyayı hiç bir zaman fiziki olarak Michael Ackerman’ın veya Murat Germen’in fotoğraflarındaki gibi algılamıyorum; William Klein’nın ve Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarındaki yaşam tarzlarını hiç görmedim, yaşamadım; Ken Schles’in ve Seiji Kurata’nın gösterdiği uç yaşamlara hiç şahit olmadım. Hatta burnumun dibinde olan ve defalarca “uzaktan” gördüğüm Tarlabaşı insanlarını Gökşin Varan’ın anlattığı gibi algılayamadım. Dediğim gibi bu işlerin çoğunda benim için bilinmeyenin çekiciliği, işlerin diğer unsurlarıyla beraber güçlü bir uyarıcıydı.
Yukarıda bahsettiğim çalışmaların yanı sıra çok az iş sessiz sedasız fısıltılar ile bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. Bu sade ve vakur duruşları, içime yumuşak dokunuşlar ile yavaş yavaş sızdılar; büyüdüler. Özellikle Jun Abe‘nin Vatandaşlar (1979-1983) ve Yusuf Darıyerli‘nin Taşra Fısıltıları serileri bu bağlamda beni çok etkilediler. Defalarca bu fotoğraflara bakmaktan kendimi alı koyamadım. Her zaman şahit olacağımız “sıradan” insanlara ve durumlara ait “sıradan” bir teknikle üretilmiş fotoğraflar bunlar. Peki ama bu fotoğraflardaki itici güç nedir? Neden ben bu fotoğraflara bu kadar bağlandım? Bu fotoğraflara tekrar ve tekrar baktıran güç nedir? Bu soruları Jun Abe’ye de sordum. Kendisi, dünyaya algılarımızı kapamakla ve biraz da doğu felsefesi üzerinden giderek bir açıklama yaptı. Fakat bunları Japonca söyledi ve çeviri kısmında sözlerinin büyük bir bölümü atlandı. En azından ben öyle hissettim. Yusuf Darıyerli’ye ise kafamdaki bu soruları henüz sormadım. Ama soracağım.
Fikrimce beni bu fotoğraflara sade olmanın gücü bağlamaktadır. Sadeliğe ulaşmak o kadar zordur ki bunu becerebilmek Da Vinci’nin dediği gibi en yüksek gelişmişlik düzeyi gerektirir. Tasarımda da gereksiz detayları ayıklayıp bu sadelik durumu elde etmeye çalışılır. Picasso’ya ait boğa çizimi bu gereksiz detaylardan kurtulma aşamalarını çok güzel gösteren bir örnek. Bu örnek, sanat eğitiminde de çok sık referans verilen bir çalışmadır.
Gerek Jun Abe gerekse de Yusuf Dariyerli işlerinde bir çok gereksiz ayrıntıyı çıkartıp hepimize ait saf duygulara, mimiklere, ifadelere yoğunlaşıyor. Onların fotoğrafları, günün rutini ile sürekli yaptığımız ve bu alışkanlıktan dolayı körleşerek algılayamadığımız özümüze dair küçük fısıltılar ile var olmaktalar.